İnsan kendinden
çok.... Tanrım, bu ne garip bir son böyle, bu nasıl bir
başlangıç.. yağmur gibi yavaştan sonra donuna kadar insanı.
Islatır. Canını alır insanın, bu hava. Ölmekten çok yaşamaya
korkarlar, solucanlar gibi bölündükçe devam edebileceklerini
sanırlar.
Sanırlar.
Garip olan ne, garip
olan bu değil de ne? Garip olan “asıl”dan farklı ise “aslolan”
diye önünde eğildiğimiz ne? Allah'ım bu ne komik bir son olacak;
her anını görüyorum gözlerimle, kulaklarımla duyuyorum!
Allah'ım bunun için gelmişçesine.
Bir şeyi görünür
kılmak; ondan kıymık kıymık eksiltmek, onu yok etmek, aynı
zamanda var etmek. Düşündüklerinin binde birini yazabilirsin; kim
dedi ne dedi bilmem, ben diyorum şimdi. İyimser bir tavırla
söylüyorum bunu çünkü daha da acısı var; okuduğunda
alabildiğin binde birin binde biri olmuyor mu? Umutsuzluk mu dedim
şimdi buna? Değil, neden olsun? Dünya boş şeylerle ayakta durur,
durabilirse. Umutsuzlukla değil. Onu duymamak için çıkarıyoruz
ya tüm bu gürültüyü. Onu duymamak için yürüyoruz sokaklarda,
iki ayağımızda çamurdayken birinin sağlam olduğundan
bahsediyoruz, bunun için ölüyoruz ya boşuna, bunun için
doğuyoruz çığlık çığlığa üstelik sebepsiz yere.
Boşluğumuzu duymayalım diye. Diye.
Duymuyoruz.
Sanki.
Anlamadınız.
Bölündükçe anlayamamaktan yakınacağız. Böbrek, kalp, ciğer
diye bölüne bölüne. İstesem bir diğerinin işini yaptıramaz
mıydım ben sanki diğerine, yaptırırdım hem de öyle bir. İnsan dediğin boşluğun
gücü be! Düşünmekten öldürür kendini neden neden diyerek.
Öldürür bir bok varmış gibi bu dünyada. Bilmediğinden,
anlamadığından, sevemediğinden yakınırken ölürsün,
dönüşürsün. Neye? Neye istersen. İstersem yaptırırım birinin
işini bir diğerine. Bu işte, açıklaması yok.Nasıl yapıyorsam
kendime ait olmayan şeyleri onlara da yaptırırım, bir makine gibi
olmaktan kurtarırım onları istesem. Cesaret etsem, desem ki benim
de beynim böyle işliyor be! Böbreğim inip kalkıyor, kalbim
işiyor desem. Neyin karmaşıklığı olurdu bu, kime zarar verirdi?
Of ne garip düşünceler bunlar, beynim kan pompalıyor kan, başka
bir şey değil.
Ben şu dışarıdan
bir çıkabilsem, ah ah öyle iyi olacak ki dışarının da dışarısı
olsa. Bir yerlerden çıktıkça korkar insan korktukça korksam,
belki daha iyi olurdum o zaman belki yaşamayı öğrenirdim yeniden.
Yeni insanlarla, yeni organlarla. Yanmadan, kül gibi uçuşmadan
etrafta. Bilinç akışı denen şeyin ta kendisi olsam. Ne iyi
olurdu dedim anneme. Anne, bir bilinç akışı yetiştirmeliydin
sen. Her türlü yaratının kaynağı orası anne. Yaratıcı
yalnızca var anne, ben de yaratabilsem. Yaratacağım.
Dışarının da
dışarısı oranın da oranın da. Hiçbir şeyin şart olmadığı,
kurdukça kurduğumuz sonra hayvan gibi gülerek yıktığımız bir
dünya olsa. Öyle bir bir düşünmeden, ulan nasıl yaptım ben
bunu, hangi zorluklarla demeden. Neyi yıktığına bakmadan yıktığın
bir bina olsa burası. İşte o zaman belki devrim devrim olurdu
diyorum kendime. Devrimin kendisini de yıkabilseydik eğer insanlık
uğruna. Yapıp yapıp en baştan yıkmak. Ah! Ne güzel bir
sözcükmüş bu akarken anladım öyle olduğunu. Düşün düşün
nereye varacaksın? Tez elden yapmalı tez elden yıkmalı hatta
yaptıktan beş dakika sonra. En son zamanı yıkmalı. Böylece
hiçbir şey eskimeye yüz tutmadan, insanın içini basmadan,
körelmeden yok olmalı. Yaratısı insana sahip olmadan yerle bir
edilmeli çünkü bal gibi biliyorsun çevrendeki her şeyden güçlü
o; güçlü senden, sokaklardan, denizlerden güçlü çünkü
beyninden çıktı o senin. Ama bir an yakalarsa boşluğunu canını
alır hissettirmeden, yavaş yavaş. Şimdi nasıl oluyorsa öyle
işte, kendi beyninle yok edersin kendini. Çaresiz bir hücre gibi
parçalanırsın nereye karıştığından habersiz.
Yola çıkmak yola
çıkmak diyorsun ben kendimi bildim bileli buradayım. Aksi aksi
konuşuyorlar dinliyorum. En arka sırada oturuyorum, sıranın
altından kraker yiyorum hoca gelmeden. Sonra müfettiş giriyor
içeri. Hoca ayakta, müfettiş oturuyor hocanın masasına. Hoca?
El.
Pençe.
Divan.
Ulan diyorum bu hoca
bizim hoca değil mi az önce ezip geçen, ezip geçecek cesaret
varsa insanda, ben yaparım diyorsan nasıl küçülürsün on
dakikada diyorum. Hoca diyorum!
Hoca!
Müfettiş kalkıyor
tahtaya bir işlem yazıyor. Kısa boylu, hafif kel. Gerisine
bakmıyorum. O işte diyorum; o dışarıdaki adam hani şu okulun
dışındaki, evin dışındaki. Bu adamı sokakta hep görüyorum,
markette görüyorum; başka başka suretlerde uzunuyla kısasıyla.
İnce bıyığıyla saçma özgüveniyle. Biribiriyle çokça alakalı
cümleleriyle. Nefret ettiğim cümleleriyle. Maaş kartını işinden
çok seven bu adam işlem yazıyor tahtaya sanki koro yönetir gibi.
Sanki bir iş başarmış gibi böbürlene böbürlene. Sanki bizi
olduğumuz yere kitlemeyecekmiş gibi bu sorular, bu öğreniler, bu
saçma “yaptım, oldu” tavırları.
Hızla dönüyor
arkasına, hangimiz çözecek? Sıranın altından krakerleri
yürütüyorum, umrumda mı. Baharatlılarını seviyorum ama annem
çok tuzlu olduklarından almıyor. Ama yine de baharatlılarını
seviyorum. Yine de yiyorum. Gömüldükçe gömülüyorum. Hey
oradaki! Saklandım mı sanıyor ne!? Beni çağırıyor tahtaya.
Krakerleri çakmasalar bari diyorum. Şimdi alır çöpe atar bu.
İşin mi yok yenisini al kantinden üstelik iki katı fiyatına.
Şişman, suratsız kantinci kadınla konuşmak zorunda kal üstüne,
üstüne sıra bekle bir bok varmış gibi, ayağına da bassınlar,
saçını çeksinler; bilmeden yapmış numarasına yatsınlar sonra.
Uyduruk bir kraker için on beş dakikan geçsin boşu boşuna. Neyse
çiğnemeden yutuyorum tahtaya varana kadar. Adamla aynı boyda
mıyız? Olabilir, ikimiz adına yapılan karşılaştırmalar saçma
olurdu, sağlam veriler yok elimizde biliyorum. Hangimiz daha
gerçeğiz ki?
Ooo merak etmeyiniz
hocam; öğrendim onu, öğrendim biliyorum ben çözecek kadar
biliyorum. Öğrendim bir zamanlar sanki tek sorun buymuş gibi.
Sanki sıranın altında hiç kraker yokmuş gibi. Baharatlı
olamaması bir sorun değilmiş gibi.
Rahat rahat yerime
döneceğim, aynen öyle bakakalacaklar tahtaya. Tüm gün sıranın
altında saklanan, yaptı soruyu diye. Kimin kime ne yaptığı
müfettişin umurunda değil defteri kontrol ediyor, ben yerime
oturuyorum. Ah benim tatlı boşluğum, krakerimle birsin sen üstüne
bir de baharatlı olsa varya tadına doyulmayacaksın.
Akıyor, akıyor.
Zaman akıyor, bilinç akıyor, dışarısı akıyor. Korkuyorum ne
tatlı bir duygu bu. Müzik dersinde sözlüye kalkacakmış,
insanların önünde çığlık atacakmış gibi korkuyorum. Karnım
gıdıklanıyor, gülmekten çok kusmak geliyor içimden. İçimden.
İç dış birbirine giriyor. Olmasın. İstemiyorum böyle olmasın,
hep çıkıp çıkıp yeni bir kabuktan hep devrilerek hep oluşarak
yeniden, yeniden.
Öyle.
Umursamam
gerektiğinin söylendiği hiçbir şeyi umursamayarak, boş işlerin
insanı olmak bir gün. İşte tüm hayalim bu! İktisattan,
heykellerden ve kuramlardan uzakta.. Bomboş olabilmek. Vücudumun
her noktasıyla bir şeyleri devirebilmek. Bana ne komik geliyor
sanatın yararını tartışmak, matematiğin zihin açtığını
söylemek ve ne kadar çok resim görürsem o kadar zeki olacağıma
inanılması; bunları bana anlatma anne. Nasıl olsa zekamın içine
edecekler birgün. Anne, onların ağzından konuşma sen de. Hiçbir
önemi yok biliyorsun, yalan söylüyorsun. Sanatın da yararı varsa
ne yaparız biz? Bazen düşünüyorum - ciddi ciddi yapıyorum bunu-
sanat, edebiyat bomboş olmalı diyorum. Bunca doluluk varken bomboş
olsunlar. Kaçış olsunlar, kurmaca-yıkılmaca olsunlar. Her şey
sinir bozucu şekilde yerinde kalmaya çalışırken onlar hep yerin
dibine geçsin sonra göğe çıksınlar sonra yine yine...
Boş yere, yalnızca
istediğim için yazıyorum; bir boka yaradığından değil, bir
boka yarar bir şey yazabildiğimi düşündüğümden değil.
Değişime inandığım için değil, aşkımdan öldüğüm için
değil ama umutsuzluğumdan da değil. Sadece kusmak için yazıyorum.
Elimi boğazımın derinliklerine sokarak çıkarıp atmak için. Tüm
doluluğun içinde boşluk olduğumu kabullenebilmek ve tersini
düşünmeye çalışarak kendime acı çektirmemek için.
Yaratıcılığımın
gelişmesi için değil ulan, yaratının beni öldürmemesi için.
Boş işlerin insanı olacağım ben bomboş. İdealizmim bu benim.
Dışarıda. Donuma kadar. Daha da dışarıda. Donana kardar.
Eriyene kadar. Ne olduğumu kabullenene kadar. Boşluğumla
dolacağım.
Beklerken ölmeyin
dostlarım diyeceğim çünkü bir illüzyondan ibaret hepsi. Öbür
türlü oldu mu daha da mutlu olacağız: her gün başka bir ev,
başka bir sokak. Yeni doğuşlar, yeni ölümler. Tırmanmak bir
ağaca; her seferinde çakılıp geri dönmek yukarıya. Durağanlığı
muhafaza etmek mutluluk değildir, diyeceğim.
Diyeceğim.
Bir gün.
Daha iyi yazdığımda.
Boşluğuma cidden
inandığımda.Onun yaşam olduğunu sindirdiğimde. Diyeceğim ki
dostlarım haydi kıçımızla dağları devirelim haydi hep beraber!
Kendimizle başlayalım buna. Kıçımızın en önemsiz işi
yaptığına kim inandırdı ki bizi?