12 Ocak 2013 Cumartesi

Haydi kıçımızla dağları devirelim

 
     İnsan kendinden çok.... Tanrım, bu ne garip bir son böyle, bu nasıl bir başlangıç.. yağmur gibi yavaştan sonra donuna kadar insanı. Islatır. Canını alır insanın, bu hava. Ölmekten çok yaşamaya korkarlar, solucanlar gibi bölündükçe devam edebileceklerini sanırlar.
Sanırlar.
     Garip olan ne, garip olan bu değil de ne? Garip olan “asıl”dan farklı ise “aslolan” diye önünde eğildiğimiz ne? Allah'ım bu ne komik bir son olacak; her anını görüyorum gözlerimle, kulaklarımla duyuyorum! Allah'ım bunun için gelmişçesine.
     Bir şeyi görünür kılmak; ondan kıymık kıymık eksiltmek, onu yok etmek, aynı zamanda var etmek. Düşündüklerinin binde birini yazabilirsin; kim dedi ne dedi bilmem, ben diyorum şimdi. İyimser bir tavırla söylüyorum bunu çünkü daha da acısı var; okuduğunda alabildiğin binde birin binde biri olmuyor mu? Umutsuzluk mu dedim şimdi buna? Değil, neden olsun? Dünya boş şeylerle ayakta durur, durabilirse. Umutsuzlukla değil. Onu duymamak için çıkarıyoruz ya tüm bu gürültüyü. Onu duymamak için yürüyoruz sokaklarda, iki ayağımızda çamurdayken birinin sağlam olduğundan bahsediyoruz, bunun için ölüyoruz ya boşuna, bunun için doğuyoruz çığlık çığlığa üstelik sebepsiz yere. Boşluğumuzu duymayalım diye. Diye.
Duymuyoruz.
Sanki.

     Anlamadınız. Bölündükçe anlayamamaktan yakınacağız. Böbrek, kalp, ciğer diye bölüne bölüne. İstesem bir diğerinin işini yaptıramaz mıydım ben sanki diğerine, yaptırırdım hem de öyle bir. İnsan dediğin boşluğun gücü be! Düşünmekten öldürür kendini neden neden diyerek. Öldürür bir bok varmış gibi bu dünyada. Bilmediğinden, anlamadığından, sevemediğinden yakınırken ölürsün, dönüşürsün. Neye? Neye istersen. İstersem yaptırırım birinin işini bir diğerine. Bu işte, açıklaması yok.Nasıl yapıyorsam kendime ait olmayan şeyleri onlara da yaptırırım, bir makine gibi olmaktan kurtarırım onları istesem. Cesaret etsem, desem ki benim de beynim böyle işliyor be! Böbreğim inip kalkıyor, kalbim işiyor desem. Neyin karmaşıklığı olurdu bu, kime zarar verirdi? Of ne garip düşünceler bunlar, beynim kan pompalıyor kan, başka bir şey değil.
Ben şu dışarıdan bir çıkabilsem, ah ah öyle iyi olacak ki dışarının da dışarısı olsa. Bir yerlerden çıktıkça korkar insan korktukça korksam, belki daha iyi olurdum o zaman belki yaşamayı öğrenirdim yeniden. Yeni insanlarla, yeni organlarla. Yanmadan, kül gibi uçuşmadan etrafta. Bilinç akışı denen şeyin ta kendisi olsam. Ne iyi olurdu dedim anneme. Anne, bir bilinç akışı yetiştirmeliydin sen. Her türlü yaratının kaynağı orası anne. Yaratıcı yalnızca var anne, ben de yaratabilsem. Yaratacağım.
     Dışarının da dışarısı oranın da oranın da. Hiçbir şeyin şart olmadığı, kurdukça kurduğumuz sonra hayvan gibi gülerek yıktığımız bir dünya olsa. Öyle bir bir düşünmeden, ulan nasıl yaptım ben bunu, hangi zorluklarla demeden. Neyi yıktığına bakmadan yıktığın bir bina olsa burası. İşte o zaman belki devrim devrim olurdu diyorum kendime. Devrimin kendisini de yıkabilseydik eğer insanlık uğruna. Yapıp yapıp en baştan yıkmak. Ah! Ne güzel bir sözcükmüş bu akarken anladım öyle olduğunu. Düşün düşün nereye varacaksın? Tez elden yapmalı tez elden yıkmalı hatta yaptıktan beş dakika sonra. En son zamanı yıkmalı. Böylece hiçbir şey eskimeye yüz tutmadan, insanın içini basmadan, körelmeden yok olmalı. Yaratısı insana sahip olmadan yerle bir edilmeli çünkü bal gibi biliyorsun çevrendeki her şeyden güçlü o; güçlü senden, sokaklardan, denizlerden güçlü çünkü beyninden çıktı o senin. Ama bir an yakalarsa boşluğunu canını alır hissettirmeden, yavaş yavaş. Şimdi nasıl oluyorsa öyle işte, kendi beyninle yok edersin kendini. Çaresiz bir hücre gibi parçalanırsın nereye karıştığından habersiz.
     Yola çıkmak yola çıkmak diyorsun ben kendimi bildim bileli buradayım. Aksi aksi konuşuyorlar dinliyorum. En arka sırada oturuyorum, sıranın altından kraker yiyorum hoca gelmeden. Sonra müfettiş giriyor içeri. Hoca ayakta, müfettiş oturuyor hocanın masasına. Hoca?
El.
Pençe.
Divan.
Ulan diyorum bu hoca bizim hoca değil mi az önce ezip geçen, ezip geçecek cesaret varsa insanda, ben yaparım diyorsan nasıl küçülürsün on dakikada diyorum. Hoca diyorum!
Hoca!
     Müfettiş kalkıyor tahtaya bir işlem yazıyor. Kısa boylu, hafif kel. Gerisine bakmıyorum. O işte diyorum; o dışarıdaki adam hani şu okulun dışındaki, evin dışındaki. Bu adamı sokakta hep görüyorum, markette görüyorum; başka başka suretlerde uzunuyla kısasıyla. İnce bıyığıyla saçma özgüveniyle. Biribiriyle çokça alakalı cümleleriyle. Nefret ettiğim cümleleriyle. Maaş kartını işinden çok seven bu adam işlem yazıyor tahtaya sanki koro yönetir gibi. Sanki bir iş başarmış gibi böbürlene böbürlene. Sanki bizi olduğumuz yere kitlemeyecekmiş gibi bu sorular, bu öğreniler, bu saçma “yaptım, oldu” tavırları.
     Hızla dönüyor arkasına, hangimiz çözecek? Sıranın altından krakerleri yürütüyorum, umrumda mı. Baharatlılarını seviyorum ama annem çok tuzlu olduklarından almıyor. Ama yine de baharatlılarını seviyorum. Yine de yiyorum. Gömüldükçe gömülüyorum. Hey oradaki! Saklandım mı sanıyor ne!? Beni çağırıyor tahtaya. Krakerleri çakmasalar bari diyorum. Şimdi alır çöpe atar bu. İşin mi yok yenisini al kantinden üstelik iki katı fiyatına. Şişman, suratsız kantinci kadınla konuşmak zorunda kal üstüne, üstüne sıra bekle bir bok varmış gibi, ayağına da bassınlar, saçını çeksinler; bilmeden yapmış numarasına yatsınlar sonra. Uyduruk bir kraker için on beş dakikan geçsin boşu boşuna. Neyse çiğnemeden yutuyorum tahtaya varana kadar. Adamla aynı boyda mıyız? Olabilir, ikimiz adına yapılan karşılaştırmalar saçma olurdu, sağlam veriler yok elimizde biliyorum. Hangimiz daha gerçeğiz ki?
     Ooo merak etmeyiniz hocam; öğrendim onu, öğrendim biliyorum ben çözecek kadar biliyorum. Öğrendim bir zamanlar sanki tek sorun buymuş gibi. Sanki sıranın altında hiç kraker yokmuş gibi. Baharatlı olamaması bir sorun değilmiş gibi.
     Rahat rahat yerime döneceğim, aynen öyle bakakalacaklar tahtaya. Tüm gün sıranın altında saklanan, yaptı soruyu diye. Kimin kime ne yaptığı müfettişin umurunda değil defteri kontrol ediyor, ben yerime oturuyorum. Ah benim tatlı boşluğum, krakerimle birsin sen üstüne bir de baharatlı olsa varya tadına doyulmayacaksın.
     Akıyor, akıyor. Zaman akıyor, bilinç akıyor, dışarısı akıyor. Korkuyorum ne tatlı bir duygu bu. Müzik dersinde sözlüye kalkacakmış, insanların önünde çığlık atacakmış gibi korkuyorum. Karnım gıdıklanıyor, gülmekten çok kusmak geliyor içimden. İçimden. İç dış birbirine giriyor. Olmasın. İstemiyorum böyle olmasın, hep çıkıp çıkıp yeni bir kabuktan hep devrilerek hep oluşarak yeniden, yeniden.
Öyle.
     Umursamam gerektiğinin söylendiği hiçbir şeyi umursamayarak, boş işlerin insanı olmak bir gün. İşte tüm hayalim bu! İktisattan, heykellerden ve kuramlardan uzakta.. Bomboş olabilmek. Vücudumun her noktasıyla bir şeyleri devirebilmek. Bana ne komik geliyor sanatın yararını tartışmak, matematiğin zihin açtığını söylemek ve ne kadar çok resim görürsem o kadar zeki olacağıma inanılması; bunları bana anlatma anne. Nasıl olsa zekamın içine edecekler birgün. Anne, onların ağzından konuşma sen de. Hiçbir önemi yok biliyorsun, yalan söylüyorsun. Sanatın da yararı varsa ne yaparız biz? Bazen düşünüyorum - ciddi ciddi yapıyorum bunu- sanat, edebiyat bomboş olmalı diyorum. Bunca doluluk varken bomboş olsunlar. Kaçış olsunlar, kurmaca-yıkılmaca olsunlar. Her şey sinir bozucu şekilde yerinde kalmaya çalışırken onlar hep yerin dibine geçsin sonra göğe çıksınlar sonra yine yine...
     Boş yere, yalnızca istediğim için yazıyorum; bir boka yaradığından değil, bir boka yarar bir şey yazabildiğimi düşündüğümden değil. Değişime inandığım için değil, aşkımdan öldüğüm için değil ama umutsuzluğumdan da değil. Sadece kusmak için yazıyorum. Elimi boğazımın derinliklerine sokarak çıkarıp atmak için. Tüm doluluğun içinde boşluk olduğumu kabullenebilmek ve tersini düşünmeye çalışarak kendime acı çektirmemek için.
    Yaratıcılığımın gelişmesi için değil ulan, yaratının beni öldürmemesi için. Boş işlerin insanı olacağım ben bomboş. İdealizmim bu benim. Dışarıda. Donuma kadar. Daha da dışarıda. Donana kardar. Eriyene kadar. Ne olduğumu kabullenene kadar. Boşluğumla dolacağım.
     Beklerken ölmeyin dostlarım diyeceğim çünkü bir illüzyondan ibaret hepsi. Öbür türlü oldu mu daha da mutlu olacağız: her gün başka bir ev, başka bir sokak. Yeni doğuşlar, yeni ölümler. Tırmanmak bir ağaca; her seferinde çakılıp geri dönmek yukarıya. Durağanlığı muhafaza etmek mutluluk değildir, diyeceğim.
Diyeceğim.
Bir gün.
Daha iyi yazdığımda.
Boşluğuma cidden inandığımda.Onun yaşam olduğunu sindirdiğimde. Diyeceğim ki dostlarım haydi kıçımızla dağları devirelim haydi hep beraber! Kendimizle başlayalım buna. Kıçımızın en önemsiz işi yaptığına kim inandırdı ki bizi?


25 Kasım 2012 Pazar

Temiz Hava? Vardır.

    Sevimsiz bir aklın meyveleri tüm bunlar. Kaçın kaçın ve kurtulun ne varsa efendim, nasıl olsa hastalıklı bir kök gibi yayılmayı durduracaksınız yakında.
    Yazık ki sevdiğim her şey hayatımdan hızlıca geçiyor, tutmaya yeltenmedim hiç. Bir şeyi hiç denememiş olmak nasıl bir utançtır ki efendim, ruhumu sıkar. Sanki içimin içinden yeni bir iç çıkar. Ben onu nereye saklayacağımı bilemem. Siz, onu unutmam için yok edersiniz.
    Efendim unutmayın, ben sonsuza kadar çıkıyorum oyununuzdan.
    Ellerimin düğümünü çözeceksiniz isteksizce de olsa
    Bizim yaprak üretmek zorunda olduğumuz bir dünya var. Oksijen için değil ama güzellik için değil, siz parçalayın diye doyasıya. Hayır efendim, hayır! Gözler kötülüğü görmek için değildir onu anlamak, yargılamak içindir.Sizin efendiliğiniz sigara kokusu gibi üzerimize sinmiştir -acımazsızca- ama unutmayın temiz hava da vardır dışarıda, vardır.
     Efendim, mükemmel olmak istedim. Olamayacağım. Ama umut etmek istedim, edeceğim. Size rağmen edeceğim.
     Unutmayın efendim ben, ben çıkıyorum oyununuzdan sonsuza..
  

4 Haziran 2012 Pazartesi

Arada Kalmak


      Ben küçükken bir tartışma programı izlemiştim, bir öğretim üyesi koyu Atatürkçüleri sözleriyle kenara sıkıştırıyor canlı yayında rezil ediyordu. Tabi o zamanlar bu benim kafamı karıştırıyordu. Okulda öğrendiklerimle ailemin söylediklerini bir kefeye koyamıyor bocalıyordum. Adam karşıdakilerin söylediklerini bir bir çürütürken ben hem ona destek veriyor hem de kendi içimde hain ilan ediyordum onu.
    Abartmıyorum bu yüzde yetmiş her Türkiyeli çocuğun düştüğü bir çelişkidir. Türk halkı eskiye özlem duyan, bir nevi saltanatçı, muhafazakâr insanlardan oluşur. Çocuk okulda cumhuriyetin güzelliklerini fazla romantik hatta yalancı bir dille dinlerken bir ders sonra tarih dersinde “Osmanlı azınlıklara fazla hak tanıdığı için yıkılmıştır” sözleriyle baş başa kalır. 23 Nisanın barışı vurguladığını öğrenirken Türklerin çok iyi savaştığını düşünerek gururlanır. Ben demokrasi, cumhuriyet veya saltanatla ilgili hala aynı şeyleri düşünüyorum sanırım: Curcuna.
    Türkiye’de cumhuriyet kimsenin laf söylemediği korunaklı bir yerde durdurduğundan aslında kimse tarafından tam olarak bilinmiyor. Çevremde bunu doğru düzgün tanımlayabilecek –kavram kargaşasına düşmeden- bir tek insan tanımıyorum.
    Türkiye’de demokrasi en büyük ve en çok söylenen yalan. Saltanat ise bir nevi yıkılmış bir devletin üzerinden hiçliğimizi örtmek için içten içe hepimizin övündüğü masifleşmiş bir sistem.
     Şimdi bunların hepsini kafamda şöyle bir toparlıyorum ne değişti diye… Aslında sadece oyun el değiştirdi bunu görüyorum. Bir zamanlar muhafazakâr kesimi ezdiler, tepeden inme kurallarını dayattılar şimdi ise aynı şeyi din adı altında muhafazakârlar onlara yapıyor. Bir zamanlar nasıl Atatürk’ün üzerinden yapıldıysa bu iş, şimdi Allah üzerinden yapılıyor. Değişen bir şey yok. Sadece ezenle ezilen yer değiştirdi. Biz de şaşkın şaşkın izliyoruz bu işin sonu ne olacak diye. Hâlbuki her iki tarafın saltanatında da ezilen çok insan var bu ülkede.
    İktidarı ele geçiren bir nevi zulmü ve dayatmayı da ele geçiriyor. Ve toplum olarak yaşamaya başladığımızdan beri başımıza musallat olan en büyük sorun karşımıza çıkıyor: Bir yaşam tarzının diğerini ele geçirme çabası… Anlamaya tenezzül etmeden yalnızca yargılaması ve cezasını vermesi. Ama asla değiştirememesi. Nasıl Sovyetler yıkılınca kiliseler yeniden hatta fazlasıyla türemeye başladıysa nasıl şeriat hüküm sürerken dahi en fazla genel ev olan ülkelerden biri İransa nasıl laik olduk deyince laik olunmuyorsa şimdi de öyle işte.
    Hepimiz sıranın bir gün bize gelmesini bekliyoruz. Bize acı çektireni, inleteni inletmek, onu kendi yaşam tarzımızla ezip kısıtlamak için fırsat kolluyoruz. Bir gün bu devir de geçecek-hiçbiri kalıcı değildir zaten- yerine başka biri gelecek sonra başka biri. Ve biz bu dünyada birbirimizin yaşam stillerine, dinlerine, dinsizliklerine ve daha nicesine saygı duymamaya devam ettikçe sadece sıranın bize gelmesini bekleyeceğiz. Ve durmadan bağıracağız hükümete “bedenlerimizden elini çek” diye. Kendi elimizin kimin bedeninde olduğunu hiç görmeyeceğiz.
  

12 Mart 2012 Pazartesi

Televizyonda Çok Çizgi Film Vardı

    Yokuştan yukarı çıkıyorum ve görebildiğim tek şey havanın karlı olduğu… Bulutları görmüyorum, gökyüzünü görmüyorum. Ayaklarım kayacak neredeyse hissetmiyorum. Meydanın ortasında sazını çalan adamı dinliyorum, anlıyormuş gibi yapıyorum. Hâlbuki anlamıyorum tek bir notasını bile. Söylediği tek bir kelimeyi bile anlamıyorum. Değil başka bir ülke başka bir gezegenden gelmiş gibiyim.  Boş bir beyinle dinliyorum. Allah’ım içim bomboş. Ceplerim boş. Bakışlarım, bakışlarım… Sanki birazdan öleceğim, gömecekler beni. Anlamadığım için yargılayacak, dövecekler. Anlamayacağım, anlamayacağım.
    Kızıyorum kendime. Ne vardı sanki zamanında ilgilenmeyecek böyle şeylerle. Boş bir çocukluk geçirdim ben, bomboş. Annem ve babam tek ekmek derdindeydi.  Ağabeyim sınavlardaydı hep, yalnızdım. Suçlayacak pek çok şeyim vardı. Televizyonda çok çizgi film vardı. Tiyatro yoktu sanki müzik yoktu. Boş boş yaşayıp giderdim. Ne zaman bir saza dokunanı görsem kendime kızardım, dans edenleri gördüğümde yine kendime söverdim. Zevk almayı falan denemezdim.  Sadece suçlardım, suçlardım. Belki bu yüzden tek bir notayı bile anlamazdım. Her şeyi başkalarından bekleyen bir zamane çocuğuydum.  Şimdi de çekip çıkaracak, kurtaracak birilerini bekliyordum. Rüzgârı duymuyordum, adamı duymuyordum. Ağaçlar kara rağmen çiçek açmaya çalışıyordu. Köprüden uzun boylu bir kadın geçiyordu. Zarif hareketlerle kat ediyordu yolu, herkesin onu izlediğinin farkında olarak ama tüm edebiyle… Sarı saçlarını bir yana savuruyor sonra fikir değiştirmiş gibi diğer tarafa atıyordu. Kırılganlığı yalnızca kadınlara yakıştırıyordum sanki. Aynı köprünün üzerinden bende yürüyordum. O kadın gibi değildi tabi.
     Bir tabureyi oturuyordum, kütüphanenin yanındaki cafede. İki adamla konuşuyordum. Adamlar hep yaşlı, yaşlı doğmuşlar öyle ölecekler. Nasıl bir mizah anlayışı ki bu sahip olduğum tek şey onlar… Onların sözcükleri, hayatları ve yaşlılıkları… Zaman bir genç için fazla hızlı akıyor. Evin yolu dar ve çok zor geliyor yürümesi. Duyguların içinde oradan buraya savrulmak, kötü yazmak, kötü söylemek zor geliyor.
Neden böyle yazdığımı hatta neden yazı yazmak istediğimde hep mutsuz olduğumu sorup duruyordum. Belki de bu işi hiç sevmiyordum. Birisi gelip de yüzüme söyleyecek tüm bunları diye ödüm patlıyor da ondan yazıyordum. Ne derdim ne de tasam vardı. Olsaydı böyle yazmazdım zaten. Sabahları şen başladığımı yazardım. Ekmeğin üstüne yağı nasıl sürdüğümü uzun uzun anlatırdım size. Gönül yaralarından bahsederdim. İpek böceklerinden, arabalı vapurlardan… Oysa hiçbiri ilgimi çekmiyor. Onlarla ilgili tek bir kelime dahi kuramazken hayal edilenler garip ve anlamsız kaçıyor. Belki de onlar bu hayatta ciddiye alınması gereken tek şeylerdir.
    Haydi Elsa diyorum haydi! Burada durma artık senin zamanın geçti. Karış her yere Bursa’nın ortasındasın işte! Sevdiklerin orada, gir aralarına. Haydi, Elsa güzel bir şeyler yaz da insanlar okuyup keyiflensin bir gün de olsa! Ama içinden gelmiyor değil mi? Nasıl da istiyorsun şimdi sinemanın bir köşesine konuşlanıp film izlemek akşama kadar. Sade dondurma kadar tatsız, ince bir iplikten daha basit olmak istiyorsun. Dümdüz bir yolda hiç zorlanmadan yürümek istiyorsun. Mutsuz olursun, dertsizlikten mutsuz olursun, boşluktan mutsuz olursun, içlerinde boğulursun bunların, yapma.
    Tembellik etme artık. Gözlerini kısmayı ve başkalarına ruhun çekilmiş gibi özenmeyi bırak. Yaşlanacaksın Elsa, kocayacaksın böyle gidersen. Dışarıdaki kalabalıkla her gün kavga ederken içerideki yalnızlıkla boğuşacaksın yoksa. Sevilmek neden bu kadar mühim senin için?
     Ne gibi bir boşluk taşıyorsun içinde Elsa, seni anlayamıyorum.

9 Şubat 2012 Perşembe

"Artık Hükmü Kalmayacak Ölümün"

 Değişiklik, değişiklik. Her şeyden önce bunu hayal ediyorum. Gözlerimi kapayıp kendimi görmek, bir hamur gibi yoğurmak kalbimi, beynimi ve bedenimi…
    Herkesten önce kendimi değiştirmeli ve ruhumu eğitmeliyim ki bu dünyadaki en zor savaştır kimilerine göre. Bana göre ise tüm sınavlardan önemli bu çünkü bu sınavı kendime karşı vermiş olacağım. Eğer geçemezsem her sabah istemediğim bir benliğe aynada bakarken suçlayacağım kendimi.
    Önümde, arkamda her tarafta kendime koymuş olduğum sınırlar var. Oysa bir kitle insanı olmaktan öteye gitmek istedim hep. Bir an olsun kendimi bencillikle suçlamadan bireyselliğime varmak istedim. Hiç koşulsuz bir antlaşma yaptım beynimle, kartları açık oynayacaktım artık. Artık bedenimi zorlamak istediğimi ondan gizlemeyecek, ona tembellik kapılarını açmayacaktım.  Benim hikayem tam da burada, bu kararı verdiğim anda başlayacaktı.
    İnsan ruhu bir tarım arazisi gibi alçak ovalarda değil aksine dağların tepesindeydi. İstekler ve özlemler oradan insana göz kırpardı ve onlara ulaşmak isteyen kişi, köyün içinde olmaktan vazgeçmeliydi. Üretmek, üretmek ve üretmek istiyordum. Kendimi kaybedene, unutana kadar. Özlemlerim beni var edene kadar oynamak istiyordum o dağın tepesinde. Üşümeyi ve donmamak için uyumamayı göze alacaktım. Tek istediğim hissedebilmekti, o kadar.
    İşe ovayı terk etmekle başladım. Sahip olduklarımın elimden kayıp gidişini izlemeli ve içim hiç acımadan yeni malzemeler bulmak için yürümeye devam etmeliydim. Bir bir geride bırakmalıydım bildiklerimi. Hepsini unutmalıydım hatta onlardan korkmalıydım. Bir yere ait olmanın büyüsü... İlk onu atmalıydım elimden. Bu beni yavaşlatıyor, heyecanımı boş bir kül yığınına çeviriyordu. Oysa ben, beni küle dönüştüren her şeyi daha büyük bir ateşte yakmak için buradaydım. Düşlerimdeki insan olacaktım; her gece rüyamda gördüğüm, derin bir aşkla bağlandığım, gece yarısından sonra balkabağına dönüşmeyenlerden hani.
    Küçükken yeni taşındığımız evde- henüz hiç arkadaşım olmadığından- karla balkonda oynardım. Minik kardan adamlar yapar sonra dışarıdaki çocukların doğum günü pastası keser gibi birlikte taktıkları havuçtan burnu, tek başıma yerleştirirdim adamımın yüzüne. O zamanlar yalnızlığın en kötü şey olduğunu düşünürdüm. Karabasanlar, hayaletler, deliler hep yalnızlara uğrardı ve bir illet gibi onların peşlerini bırakmazdı. İşte ben de uslanmaz bir yalnızdım.
    Şimdi ise büyüyorum. Yüzüm, derim ve gözlerim değişiyor. En önemlisi beynim boyunu aşma isteğinde. Ve ben artık yalnızlığın en kötü şey olduğundan eskisi kadar emin değilim. Coşkun ve kimsesiz bir ruha sahibim. Balkonun demirlerinden aşağı bakıp o çocuklara özendiğim günler geride kaldı. Omurgasız bir canlı gibi her ortama uyum sağlıyor ve her gün yeni bir düşünceyle uyanıyorum.  Kanımın akışı düşüncelerime yetişemiyor, bu nedenle çocukluğumu özlemek yerine ona kutsal bir değer yüklemeyi tercih ediyorum. O anları böylesine beynime kazımış ve beni etkilemiş olduğu için minnettarım ona (ki öyle olmasaydı değişimi-belki de dönüşümü- istemek için en küçük bir umut kalmazdı içimde.)
    İnsanın en önemli varlığı bir zamanlar sahip olduğu, henüz kimsenin kalıbına girmemiş ve saf kalmış tarihidir- bir nevi geçmişten söz etmiyorum burada- bence her insan kendini, tarihini düşünmeli hatta yazmalıdır. Ki derine inip görelim elimizde ne var ve daha öteye nasıl gidebiliriz. Bu hayatta hiçbir şey şaşkın şaşkın etrafına bakan bir çocuktan daha fazla ilham veremez insana çünkü bu, bir zamanlar olduğun şeyi görmektir. Ve anlamlandırma isteğini yeniden içinde duymaktır. Çocuk sahibi olmanın en temel sebebidir hatta. Kendininkinden daha manalı bir hayat oluşturabilme isteği...
    Sözün özü: “ Senin gerçeğini bir başkasının bulabileceğini sanma.” diyor yazar. Ben şimdi sahip olduğum ovadan, “bir zamanlar” mensubu olduğum köye bakıyorum. Ben onlardan biriydim.  Şimdi ise yukarıya bakıyorum. Ovayı bir kenara atıyorum. Beynim duruncaya kadar üretmek, üretmek ve üretmek istiyorum. 
    Dağın tepesine bakıyor ve kaybedeceklerimden korkmuyorum.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Söyleni

     Ağaçlık bir yolda yürümek istiyorsun, gözlerinin alabileceğinden fazlasını görmek istemiyorsun artık ve sana vaat edileni bulmak üzere yola çıkıyorsun. Vaat edilenin olup olmadığına bile emin değilsin ki. Korkmak işe yaramaz, eski bir postal gibi ve cesaret onun bağları sadece. Dün gibi yeni. Bugün gibi ferahlatıcı ve yarın gibi dengesiz.
     Ağaçlık bir yolda yürümektesin, müzik olmayan bir dünyada yaşamaktasın. Daha fazla gitmek, daha fazla korkmak yanlış... Yüzündeki çizgileri derinleştirmekten korkmalı her insan, bunun kimseye yararı olmaz. Ait olduklarına karşı durumu kabullenmiş gibi görünmekten vazgeçmemeli. Mutluluğun fazla cesur bir iddia olduğu da unutmamalı.
     Keşke nefes almak için biraz daha zamanım veya daha büyük burun deliklerim olsaydı diye düşünüyorsun ve sonunda burun deliklerinde karar kılıyorsun. Bunun aksine zamana katlanıyor, kendinden utanıyor, yapabileceklerinden korkuyorsun. Tek isteğin karın yağması ve havayı biraz yumuşatması.  Düşüncelerin havada uçuşmayı bırakması, camdan süzülen damlaların bir yerde buluşması ve sona birlikte gitmesi…
     Evren yalnızca bir bekleyişse eğer yolun ortasında durmalıyım o zaman diyorsun, beklemeliyim. Neyi beklemelisin? Evren neyi beklemektir Elsa, kimi beklemektir? Evren neden beklemektir? Evren devam etmek ve yorulacağın ve yere düşeceğin günü beklemektir. Evren çevresi sazlıklarla dolu bir göldür ve sen dünyanın içinde sadece kürek sallayabilirsin kendi hızınca. Kendi hızınca sonunu örebilir, güzel bir mezar kazabilirisin. Heykel gibi güzel gövdelerden boşalan kan yavaşça nefesini kesebilir. Onurlu ölebilirsin, bir kahraman gibi onurlu ve hür zannederek kendini. Yalnızca kendine güzel bir son hayal edebilirsin.
     Hayatın mal olduğu şeyleri hesaba katmadan, akan bir nehir gibi sessizce denize ulaşabilir, sazlardan yapılmış bir sepetin içinde müjdeciliğe itilebilirsin annen tarafından. Bunlar uzak bir serap olarak kalır ve evren, beklenen olmaktan uzağa gitmez Elsa.
     Biliyorsun ki evren senin bir nokta olduğunu kabullenmiştir çoktan sen ise yaptıklarının anlamsızlığını düşünüp durursun. Mutsuzluğunu, acını, sevincini ve sıkıntını düşünürsün. Yazmak için çırpınışlarını, bocalamalarını ve başarısızlıklarını düşünürsün. Adım atmak zor gelir. Oysa her şey seni beklemektedir. Kapıların, mavi ve ılık gökyüzün, denizcilerin seni bekliyordur. Niçin onları değil de mutsuzluğunu seçiyorsun? Niçin oluğun kenarından akıp giden bir kar suyu olasın?
     Gölün içine bir taş atıp ona kadar saymalı ve dilek tutmalısın. Bir gün-o gün- rotasını şaşırmış denizciler gelip alacaklar seni oradan. Ve yahut sen emredeceksin onlara reddedilemez bir çığlıkla: “Gelin ve alın beni bu gölün en derin yerinden, beklemekten ve umut etmekten ölmek üzereyim, endişeden öleceğim bir gün!”
    Sen uykudayken gelip alacaklar seni- olağanca mutsuzluğunu da unutmayacaklar- ve kucaklayacaklar ikinizi birden. Bir müjdeci gibi uğurlanacaksın.
    Ve anlayacaksın: Evren, bir beklenen olmaktan uzağa gitmez Elsa.